28 Şubat 2012 Salı

Kahraman'ın maceraları #1

Kahraman, seksenli yılların ilk yarısında türkiye'nin kalburüstü şehirlerinden birinde, çekirdek bir ailenin ilk ve son mahsülü olarak dünyaya selam çaktı.

Kahraman'ın babası, o zamanların adetlerinden olan kaybedilmiş aile büyüklerinin isimlerinin yeni gelenlere verilmesine oldukça karşıydı çünkü ölülere dirilerden daha büyük saygı duyuyordu. ismin yerine geçebilecek hiçbirşey olmadığını düşünüyordu ve bu yüzden kendi babasını yeni kaybetmesine, acısı halen görenlerin içini yakmasına ragmen oğluna babasının ismini vermek istemedi. Kahraman, doğduğu ilk andan itibaren babasıyla arasına giren bu soğukluğu seneler sonra fark edecekti.

Kahraman'ın annesi ise evlilik cüzdanını aldıktan sonra nüfus müdürlüğüne giderek, cüzdanında taşıdığı pembe kağıdın üzerinde her gün karşısına çıkan doğum tarihini evlilik yıl dönümüyle değiştirtti. bu süre zarfında geçirdiği yirmidört seneyi çöpe atmaktan asla çekinmemişti ve ilk aşık olduğu, evlendiği adama kendisine can vermişcesine bağlanmıştı. bu kadar inançlı bir kadının, mahsülün bir ömür boyu taşıyacağı adı hakkında söz sahibi olacağını bilmek için okul bitirmeye de gerek yoktu.

Kahraman'ın babası belki kendi babasının yakın zamanda terk-i diyar eyleyeceğini bildiği için belki de her zaman dile getirdiği gibi gerçekten çocuk sahibi olmayı çok istediği için eşinin hamile kalamadığı dönemde zor günler geçirdi. hayat boyu istediğini alamadığı için tepkisini insanların suratına açıkça vurmaktan çekinmeyen bu adam için yaşadığı belirsizlik kendisini sorgulmaya itmiş, sonrasında Kahraman'ın dersaneye gideceği bina olacak yaşadıkları evin altı metrekarelik dar koridorunda gece boyunca "yetiş oğlum hadi, yetiş artık" diye kendince büyük, gerçekten gülünç voltalar atmasına neden olmuştu. çağrılara kulak asan Kahraman bir süre sonra geleceğini haber verdiğinde, kendisine benzer milyonlarca arasından ne kadar şanslı olduğunu ispatlarcasına kendisine verilecek adı da çağırıyordu bilmeden. artık bazı şeyler birilerinin canına yetmişti ve o da yetişmişti.

Kahraman'ın annesi aklı başında kadındı. hem doğumun hem de doğurmanın ne olduğunu biliyordu. can vermek ve can bulmak arasındaki ince çizginin üzerinde yürümüştü yükseklerde akrobasik hareketlerle. bir gece vakti eşine önce yetiş'in bir pirinç markası olduğunu hatırlattı sonra da kendince doğrularla karnında taşımaya başladığı canın hayatları için ne kadar önemli olduğunu ve önlerindeki nice yıl için birliktelik sebebi olacağını anlattı. doğumun gerçekleşeceği gün kucaklarına alacakları bebeklerinin kulağına "cansın" diye fisıldamanın ne kadar mucizevi bir his olacağını anlattı çöpe attığı, can saymadığı yirmidört seneyi tekrar yaşayarak. isim koymuyorlardı da evin üçüncüsüne hitap şekillerini belirliyorlardı sanki. kendi çaplarında haklı sayılabilirlerdi. pi sayısına çok güvenmemek gerektiğinin hala farkında değillerdi ikisi de meslek lisesi mezun oldu için.

doğum zamanı gelip çattı. çatmadan önce çatırdamalar başlamıştı ikili arasında. seksenler zor senelerdi. bir tanesi altı, diğeri yedi kişilik ailelerden geliyordu. kalabalıkta gerçekleri saklamak kolaydı. aynı çatı altında iki kişi kalınca saklanacak hiçbirşey kalmamıştı. içinde herşeyi saklayabilecekleri bir Kahraman'a ihtiyaçları vardı. son bir hevesle baba bu birlikteliğe sarılmak gerektiğini düşündü. eşinin önceki gece can verdiği mahsül zamanında yetişemese de bazı gerçeklerin ortaya çıkmasına saklanacak daha çok gerçek vardı. canını kucağına aldığında Kahraman'ımız geldi dedi eşinin gözlerinin içine bakarak.

o an iki çift göz şimşek gibi çaktı doğumhanenin orta yerine, gök gürledi, yağmur başladı, hastanenin elektrikleri gitti, Kahraman bağırmaya başladı, son kez ağladı dünyaya gelişinin henüz ilk saatleri olmasına ragmen.

27 Şubat 2012 Pazartesi

nowadays #18

my body is a cage
that keeps me from dancing with the one i love
but my mind holds the key

i'm standing on the stage
of fear and self-doubt
it's a hollow play
but they'll clap anyway


20 Şubat 2012 Pazartesi

hadi yatalım

artık herşeyi terk edip gitmemiz gerekiyordu.
o en sevdiğimiz şarkıdaki gibi sahiplendiğimiz ne varsa okyanusa savurmalıyız. bu kez her zaman yaptığımız gibi kırarak, yıkarak, bağırarak, çağırarak degil. okyanusun diger ucuna gitmeliyiz. rüyalar şehrine. uyanmayı en çok hakedecek rüyayı görene kadar uyumak istiyorum.

anlatamadık.
kendimizi, damarımızda akan kanın içerisindeki milyonlarca hücreye anca anlatabilmişken, sesimizi dışarıya duyuramadık. duyurmak da istemedik. en uysal duygular volkanik patlamalara döndü. ruhumuz dağ eteklerine kurulu taşralı viraneler oldugu için de kendi eteklerimizde eridik. görsel açıdan şölen olan dağın içerisinden beş bin derece sıcaklıktan bir sıvıyla yıkanacağımızı tahmin edemeyecek kadar cahildik.

aldırmadık.
hiç şemsiyemiz olmadı. elle tutulan herşeye ön yargımız vardı. üzerimize yağan gerçeklere şemsiye açmadık. havaya doğru ağzımızı açıp, içimizin aldığı kadarını yutmaya çalıştık. kah geviş getirdik, kah kustuk. çoğu zaman ise tıka basa dolduk. gerçeğin dayattığının, somutluğun karşısındaydık. soyut bir dünyada yaşıyorduk tüm dünyaya karşı. aynı dünya içerisindeki ayrı dünyanın insanlarıydık.

yürüdük.
paramız yokken çok yürüdük. yürümek kafa açıyordu. görmediğimiz insanların kavgalarına şahit oluyorduk yürürken. duymadığımız sesleri duyuyorduk, alamadığımız kokuları alıyordu burnumuz, nasır tutuyordu tabanlarımız, kramplar giriyordu bir zamanlar sıçramaktan yorgun düşen bacaklarımıza. göz yaşlarımız akıyordu ağzımızın içine. deniz suyu yutan çocukluğumuzu hatırlıyorduk o tatta. ağlamakdan da zevk almayı bilir hale gelmiştik.

içtik. uçtuk. kalktık, uzaklara gittik. sonra en yakına geri döndük. yorulduk.

bir şeyleri değiştirmenin zamanı geldiğini hissediyorum. artık böyle devam edemeyeceğim ve etmek de istemiyorum. usul usul yok olalım istiyorum. kimsenin bilmediği bir yerde, kimsenin bilmediği bir zamanda uyumaya başlamak istiyorum. ya gerçeği öğrenmek adına delirmemiz gerekiyor ya da zamanında yatağa girmemiz. ben yatağa girip üzerime kalın bir yorgan çekmek istiyorum. alarm kurmayalım, birbirimizi de uyandırmayalım.

hadi yatalım kardeşim.

11 Şubat 2012 Cumartesi

11 Şubat'ın dorduncu saatini mertcan'la yaşamak

masadaki herseyi bırakıp paranteze indim.
uzun zamandır yoktum. orkun'la başladık muhabbete. emre'yle kadeh vurduk ortacgil'de. bir nevi ustalara saygı kusagıydı. paçalarımdan akıyordu hastalık, yalnızlık, yogunluk, sinir. yaşadığım ne varsa.

ikiye dogru kapattık parantezi. kıyamet koptu yan barda. herkes birbirine girdi. ne komik oluyor kavga etmeye çalışan sarhos erkekler. erkek zaten çirkin bir varlıkken en çirkin haline bürünüyor kavga ederken. biz hepsine güldük. bize de hep gülmüşlerdir zaten.

sonra karanlık, ıssız, kuytu asmalı köşesinden o döndü. ıssız kuytu köşelerden and olsunki dönecegiz diye karşıladım dogum günü çocugunu. sarmaş dolaş olduk. uzun zamandır bu sıcaklıgı hissetmemiştim. bir ara büyük altay diye haykırdı o da beni özledigini dile getirmek adına belki de. laf lafı açtı. dedimki "benimki mavi sakal gibi iki yol, birinde hayatın biçtiğini yaşıyorum digerinde kendim oluyorum. arada kayboldugum kadar da var oluyorum. sen de kendi yolunda yürüyorsun. ikimiz de mutsuzuz. nasıl olacak bu iş"... hayata karşı durmaya devam dedik sonrasında. elindeki uçan balonu gecenin sonunda kaybedecegini bile bile bileginde o balonu taşıyan çocuk misali bizim hayatımız. balonun uçmasına çaresiz kalana kadar hayata karşı durmaya devam edecegiz.

eve çıktık.
şarkımızı çalayım dedim. evden çıkmadan önce tweet attıgım. bazen bir içki şişesi yaşam destek ünitesi diye. "bu şarkıyı seninle benim dinlediğim gibi kimse dinlemiyor" dedi.

aynı yoldan geliyorduk. richter'e meydan okuyan bir zelzele ile dünyaya gelmiştik. prefabrik büyütelim bu çocukları demişti ebeveynlerimiz. bilmiyorlardıki etrafımızdaki çadırların hepsini ateşe verebilecek gözü karalıkta oldugumuzu. biz çevremizdeki herşeyi yakmakla kalmayan yananların üstüne gaz dökmekten korkmayan çocuklardık. biz de onlarla beraber yanıyorduk. hala yanıyoruz. ateşim kırk. onumdeki jager'in alkol derecesi de kırk.

ronaldo'yu maça hazırlıyordu. başını öne eğdi. yerde oturuyordu. karşımda. ölüyor muyuz yoksa dedim. belli olmaz dedi en samimi haliyle. ronaldo'suz çıkalım sahaya dedim. o da onaylarcasına horlamaya başladı.

şu an yerde yatıyor. birazdan ikimizin de çok uzaklardan anca hatırlayabildigi baba şefkatiyle onu koltuga yatıracağım. ben de soğuk terler atmak üzere yatağıma yatacağım.

mertcan.
isimlerin hayatta büyük hikayeleri var. bu da benim ona karşı olan borcum olsun. elli doları peşin olarak bu yazıyla ödedim. ellisini de sonra öderim kardeşim. biraz daha ucuz şarabımız kaldı bitirecek.


11 Şubat'ın ilk saati

masanın üstündekiler tüm gerçekliğimi yansıtıyor.
ikisi açılmamış dört paket gauloises, strefen, mozipedia'da suffer little children paragrafı ustune konmuş bir bardak, kurt cobain journals, boşalayazan beyaz angora şişesi, açılmayı bekleyen black label, ipod, supradyn, after eight, glorious gazza, kumandalar, şekerlik, booby moore ve di canio rozetleri, boş bilimum bardak daha, londra'da yazmaya başladığım yarısından fazla dolmuş defter,gargara yapamadığım andorex, prospektüsler.

ben kesilene kadar yüzdüm ama
görünmeyince kara
bıraktım kendimi
battım bir taş gibi

daha fazla içmem lazım.