27 Nisan 2011 Çarşamba

pictelling

is this the real life?
is this just fantasy?
caught in a landslide
no escape from reality



open your eyes
look up to the skies and see
i'm just a poor boy, i need no sympathy



anyway the wind blows, doesn't really matter to me



21 Nisan 2011 Perşembe

kimse bizim gibi...

dinlediğim şarkılar var, izlediğim filmler, gittiğim konserler, yazdığım yazılar, kurduğum cümleler, içtiğim içkiler, gezdiğim yerler. sosyal medyanın ucu açık, herkes bir yerinden dahil oluyor. "takip edildiğinin" farkına çok geç varıyorsun.

burası bir oda ama halka açık. kapısı yok, girerken kontrol yok. xray cihazından geçerken üzerinde öten metal eşyalar gibi bu odadan geçerken neler götürmeye çalıştığını, neresinden dahil olmayı arzuladığını uyaran bir mekanizma yok. bu odaya girersin, çıkarsın. dahil olmak istersin, eline yüzüne bulaştırırsın. çünkü sen o odaya aslında asla girememişsindir. oda anayasasının birincisi maddesi "geldikleri gibi giderler" mantelitesine dayanır ve bunu kimse bilmez.



o kitabın da kapağı açılacak. o kitaptan da pay çıkartılacak. ama kimse o şarkının nakaratını bizim gibi mırıldanamayacak, kimse o cümleleri bizim gibi kuramayacak, kimse o konserlerde bağıra çağıra dans edemeyecek, kimse bizim gibi gülüp geçemeyecek, kimse bizim gibi yorulduğunu en kendine özgü diliyle kabul edip vazgecemeyecek, kimse bizim gibi parasız kalmayacak ve hatta kimse bizim gibi yumruk atamayıp, kimse bizim kadar sarhoş olamayacak.

ve bunlara hiç kimse inanmayacak.

18 Nisan 2011 Pazartesi

kaybedenler kulubu

meshur son bayram tatili yolunda elif, meric ve ben arabadayken muhabbetini yapmistik filmin. kasim ayindan, mart'i bekliyorduk. cuma gecesi istanbul'dan cikip, bir sonraki pazar istanbul donusu icin tekrar bulusmustuk. bir haftanin neler goturdugunu konustuk yol boyunca. her ziyaretimde izmir'de bir seyler biraktim ben bugune dek. birseyleri degistirmek gerekiyordu. bugun nisan'in ikinci yarisi. kasim'dan bu yana cok sey degisti.

filmin soundtrack partisine giremedik, cok kalabalikti. bu kadar cok kaybeden varsa bizim baska birsey yapmamiz gerekiyor diye konustuk. filmi de hakkini vererek izledim. dvd'si cikmali pause/play oyle izlemeliyim dedim. pazar gunu filmin oykusunu iceren kitabi aldim. pazar gecesi kitabi bitirdim. yillar sonra bir kitabi, altini cizerek okuyordum.



onsoz
onemli olan yolun sonunda ne oldugu degil, yolun uzerinde neler oldugudur.

nejat isler
... bu memleketin, istediklerini yapabilen, yasayabilen, istediklerine ulasabilen insanlarinin "bir seylere ragmen" yasadiklarinin kanitidir...

serra yilmaz
oynadigim anne karakteri turk sinemasinda alisik olmadigimiz kadar olumlu bir anne; oglunu anlamak icin caba sarfeden ve ona saygi duyan, hayatina, islerine mudahele etmeyen bir anne, yani bizim toplumumuzda az bulunan cinsten bir anne.

senol erdogan
her seyden onemlisi modernizmin getirisi "donukluk" yerini cok tartisilacak olsa da post-modernist bir "her sey mubah" anlayisina birakiyordu.

herkes bir sinema salonunda iceri girer ve diger kapidan cikip normal yasama geri doner, ama oyle filmler vardir ki kisiyi kendi yapisina hapseder ve kisi hayati bu yapinin bir organi olarak surdurmeye devam eder.

brit
programi dinleyecegim geceler, o kadar az para kazaniyordumki o kadar zor yasiyordum ki, gidip guzel marmara alirdim kirmizi ya da beyaz (sonradan hep beyaz icmeye basladim).

ben mesela cocukluguma ve ilk genclik yillarima donersem zengin bir ailenin cocuguydum.durumlar sonradan biraz sey oldu. ama beni nereye koyarsan koy yasayabilecegim icin, boyle seylerim olmadigi icin yalniz olmanin verdigi bi keyif vardi.

hayati sorgular oldum.aslina bakarsan o donem benim icin bir hic donemi gibi birseydi.

devrim
adsiz kadinlarla, kansiz iliskiler yasiyordum. tuhafti, bir sekilde kan akmamasi.

biz farkindaydik ve onlar anlatiyordi. aslinda harbiden kopek gibi yalnizdik. kopek gibi calisiyor, iciyor, batiriyor ve uyanmak istemedigimiz sabahlardaki kadinlara katlaniyorduk. uykusuzluktan geberiyorduk. 24 saatin 24'unu de hallediyor, geriye bucuklari birakiyorduk. kadikoy sokaklari dar geliyor ama yine de giriyorduk o sokaklara. onlar bunlari anlatabiliyordu kendi sozcukleri ve muzikleriyle. belki bir yazar arkadasimizin dedigi gibi "underground edebiyat akimi"ydi.

edepsiz gozuken bizler, aslinda cok efendi idik sisteme kiyasla, asla yalan soylemedik, aldatmadik ve dahi sevmedik.

mehmet ada oztekin
bazilari gercekten gulumsetebilir ve bir trenin uzerine konan bir ari siz hic beklemediginiz bir yolculuga cikarabilir... gercekten oyledir, inanin...

tolga ornek
turkiyede ilk defa bir filmde karakterler surekli olarak kitap okuyor ve kitaplardan bahsediyorlar, boyle ansinlar. yalnizlik ve gelecek ile ilgili inanilmaz aforizmalar var. bu bir ozgurluk hikayesi ve asil mesele bu ozgurluk icin odenen bedeller. ve ciddi bir oto-sansure baskaldiri var.

toplum icinde erimis bireyler.

kaan caydamli
raki o yillarda, bu yillarda oldugu gibiydi.kadinin yarattigi huzursuzlugu hala daha icimizde tasidigimizi rahatlikla soyleyebilirim.

turgutreis'teki Fantom isimli denizci bir sarman
- fantom olumsuzdu. olumsuz lakabini almasinin nedeni gercekten olmemesiydi. kedi gibi dokuz canli oldugu icin ve olmeyecegi icin de lakabi fantom'du. alsancak'ta, cesme'de, bodrum'da, marmaris'te oyle bilinirdi. fantom 2010'un sonuna dogru oldu. olmek istedi. ama o olumsuzdu ve bu hikayede de karsima cikti.



bu fotografi 30 ocak sabahi asmali'da cekmisim. bir seylerin degismeye basladigina en cok inandigim gun olabilir.

Emek Sinemasi Bizim




İsyansal yaklaşımları bırakalı çok oldu. Son birkaç yıldır en büyük isyan seanslarımı altay maçlarında yaşıyorum. Oyuncuların, yönetimlerin, Mahmut’un son yedi yılda yaşattıklarına bakınca da sonuna kadar arkasındayım isyanımın. Serserilik ise ne yazıkki kanımda var.

Taksim’deki akşamüzeri kalabalığını görünce hemen yolumuzu değiştirdik. Dahil olmamak lazım bu tip yürüyüşlere, aralarında provakatörler vardır, polisler bir anda saldırır diye öğretti bize eyyamcı medya. Biber gazı da cabası, neyseki bugüne kadar karşılaştığım tüm biber gazı seromonilerinden kaçmayı başardım. Dönerken tekrar gösteri ekibini geçmem gerekiyordu. Sloganlara takıldı kulağım: “İstanbul Bizim, Emek Bizim”, “Antikapitalista”, “Emek Açılsın, Demirören Yıkılsın”... Yürüyüşe katılanlara baktım birkaç kasımpaşa palesi dışında sanatçıların da içinde yer alan, okuduğu, düşündüğü, içlerinde anlamlı bir isyan olduğu her halinden belli yüzlerce insan vardı. Hızlı adımlarla yanlarından geçerken çoğunu inceleme fırsatı buldum. Sonra da avını bekleyen avcı gibi Demirören AVM’ye gittim. Aralarına katılmak aklımdan geçmişti ama bir adım sağa atıp aralarına kaynamak istemedim. Düşünmek istediğim güzel duygularım vardı. Yine de beni aralarına katmaları için bir açık kapı bıraktım ve Virgin’e Az’a bakmaya gittim.

Bir süre sonra dışarıdan trampet sesleri, alkışlar ve o aynı sloganlar yükselmeye başladı. Virgin’in dışarısı, Demirören’in içerisi. Bugüne dek gördüğüm en duygusal, en seviyeli protesto gerçekleşiyordu. Ne İstanbulluyum, Ne de Emek sineması benim için dünyevi bir öneme sahip, üstelik Demirören’de Virgin ve Arby’s var ama bu tepki, bu isyan, bu susmuyoruz ulan, uyumuyoruz, artık yeter tepkisi beni içine çekti. Kapişonu geçirip aralarına katıldım. Birkaç güler yüz karşıladı hemen. Alkışladım, bağırdım, slogan attım, düdük çaldım. Tanıdık birkaç sima gördüm dışarıdan bakan, ne diyor bunlar diyen. Bana acıyan gözlerle bakıp, tam da ogan’lık bir hareket bunların arasında yer almak diyen. Doğru yerde olduğuma dair inancım ikiye katlandı. Yarım saat kadar AVM’nin içerisinde kaldıktan sonra hep beraber Emek sineması sokağına yöneldik. Yaşlı insanları gördükçe daha bir sevindim. Hayat varsa umut vardır her zaman. Sokak insan doluydu. Gerçek insan. Hayvandan en basit şekilde konuşabilmesiyle ayrılan insanlarla doluydu. Hayvanlar ise sokağa göz ucuyla bakıp yürümeye devam ediyorlardı.

Sonra her portestoda olduğu gibi günlerdir bu yürüşün planını yapan ekipten, önceki gece heyecandan uyuyamadığını hayal ettiğim birisi megafonu eline alıp konuşma yaptı. Konuşma arada alkışlarla kesildi. Sonlarına doğru yaptığı konuşmada şundan bahsediyordu:“..... Bu protesto sadece Emek sineması için değil, Bu protesto İstanbul için. Bu protesto gerçekten yaşabilmek adına, herşeyi kabul etmemek adına, güzel bir İstanbul’da yaşamak adına, bugün buraya gelen herkesin adına ve bizden sonra gelecekler adına....”

Gözlerim doldu bir ara. Alkışlamaktan ellerim kızardı sonunda. Babamın 80’lerde elinde boyalarla Alsancak sokaklarına isyanını yazışı geldi aklıma, Oflu’nun Aziz Nesin’le olan hikayeleri geldi. Birşeyleri değiştirmek için olan savaşları geldi gözlerimin önüne anlattıklarından canlandırabildiğim kadarıyla. Kendi inandıkları uğruna savaşıyorlardı. Hayatın onlara giydirdiği gömleği beğenmemişlerdi. Gömleğin kollarını kesip gözlerine bağlıyorlardı belki de. O kadar isyankarlardı ama yine de gömleğin düğmelerini ilikliyorlardı. Hayatlarına olan saygılarından ötürü.

Kalabalık dağılırken insanlar, tanımadıkları diğer insanlara veda ediyorlardı. Yine buluşacağız dercesine. İnsanlar çünkü hepsi, düşünüyorlar ve ötesinde konuşabiliyorlar. Yılmaz Özdil okumakla, İzmirliyim demekle, seçim sonuçlarını televizyondan izlerken ona buna sövmekle olmuyor bu işler.

14 Nisan 2011 Perşembe

dirty hands



when you want something in life,
you just gotta reach out and grab it...

12 Nisan 2011 Salı

erguvan ağacı

twitter'a yazmak istediğim şuydu aslında:
biri bana sabah saatin sekizinde kanyon starbucks'ta oturacaksın, birşeyler karalayacaksın, o an telefonun çalacak ve telefonun diğer tarafındaki sesi duyunca çok mutlu olacaksın deseydi, gerçekten götümle gülerdim. birincisi o saatte ne işim var orada, ikincisi o saatte çalan telefonu asla açmam, üçüncüsü de mutluluk nedir lan!

sonra işte bunlar çıktı.
sabahın sekizinde.
kanyon starbucks'ta.
telefonu kapatınca.
dünya; sen dön, biz arkadan geliyoruz!

biner binmez, gözleriyle otobüsün içini söyle bir tarayıp sanki birini aradı. bana bakınmış olmasını nasıl isterdim. asıl sahibini hiç bulamamış eski bir mücevherin, kendisine tanrı kadar yabancı bir cepte yol alışı gibiydi otobüsün arka tarafında, cama kafasını dayamış yalnız halim. otobüsten indiğimizde elini sallayarak beni çağırdı. bitmeyen bir patika boyunca onu izledim. sonra nasıl olduğunu anlamadan o erguvanın eflatun gölgesinde bulduk kendimizi. zamanın geçmemesi için yalvardığınız ama inadına hızla geçtiği anlardan biriydi işte. kekin son lokmasını da yutup sırtını ağaca dayadı. birden, erguvan gölgesinde dalgalanarak daha bir güzelleşen esmer yüzü sürekli taşıdığı hüznü biraz da olsun kaybetti. erguvan yerlere eğilsin, tüm çiçek ve yapraklarıyla örtsün bizi istiyorum. kıpırtılı bir yorgan olsun serilsin üstümüze, koparsın bizi bu dünyadan. birden dünyanın en doğal şeyiymiş gibi, elimi elinin üstüne koyuyorum. hiç kıpırdamadan öylece duruyor. yüzüne bakıyorum bu kez doğrudan. nasıl ölmek istiyorum, sevincimi ancak böyle anlatabilirim gibi geliyor...

5 Nisan 2011 Salı

garip



çok tehlikeli bir kitaptı izmir için. bir kısmını okuyup, kalanını yola bırakmıştım. yangını benzin döküp söndürmeye çalışmak kadar ahmakçaydı ama o parlama anına da herkes tanıklık edemez. havaşta kendime yarattığım o mukemmel hüzün üçgenini 20'lik Jameson ve ipod tamamlıyordu. eşkenar bir üçgen.

bazı duyguları ifade edemiyorum. aklımda kelimeler belirmiyor. birkaçı gözümün önüne geliyor, hiçbirine yeterince ısınamıyorum. hissettigim duygunun yanında hafif kalacaklar gibi hissediyorum. kendimi ifade edememe çıkmazında kalmak hoşuma gitmiyor. buralara ait sevdigim tek kurumsal yapı olan turk dil kurumuna sitemlerimi iletiyorum içimden. sonra tek bir kelime çıkıyor ağzımdan. garip.

insanın ağzından çıkabilecek tek bir cümleyle, birden fazla hayatın tam tersi yönde gidebileceğini daha öncesinde çok görmüştüm. düşüncesizce edilen bir cümle ne ayrılıklara, ne kavgalara, ne büyük küskünlüklere dönüşmüştü yakın çevremde. tek bir cümleyle babasını kırıp, akşamına babasını kaybeden adam tanıyorum ben. kırkbeş sene her gün öldü sonrasında.

hali hazırda sebahat abla ve eşref abi tarafından beton olarak yaftalandığım için, bana kurulacak cümlelerin de daha fazla canımı acıtmayacağını düşünmüş olmalılarki dille kemik arasında son derece ensest bir ilişki izledim bir süre. sonra mola istedim. neler olduğunu anlattılar bana... kapalı kapılar ardında, yazılı kağıtlar üstünde, gözü yaşlı mendiller eşliğinde, hıçkırıklarla bölünen konuşma çabalarıyla... yapacak hiç birşey yok diye düşündüm. gerçekten yapabileceğim hiç birşey yoktu. Kinyas'ın yolu geldi aklıma o anda. şimşek gibi çaktı bütün dünya üzerime.

içeri girdim. yine aynı surat.
garip diyebildim ilk olarak karşısına oturduğumda. bugüne dek ağzımdan çıkan çoğu kelime olay yarattığı için etrafımdakiler de bu kez kime çarpacağımı bekliyorlardı tedirginlikle. garip onlar için son derece sıradan bir kelimeydi o an için. sonra garip kelimesinin altında yatan, kokan, konuşan, anlatan, gülebilen ne varsa hepsini anlattım. ben anlattım, o dinledi. ben on dakika boyunca anlattım, o bir hafta sonra ilk kez dinledi. ben on dakika boyunca kayıp on seneyi anlattım, o bir hafta sonra ilk kez değil belki elli beş sene sonra beni ilk kez dinledi.

bundan sonra ne yapılması gerekiyorsa hepsine tamam dedi.

ben ağır adımlarla dışarı çıktım. ipod yoktu. izmir'in sesini duymak istedim. bir sigara yaktım. kendi kendime mırıldandım.

helal olsun aşk olsun
gözlerimde yaşlar
durmadım
dönülmez geriye